Berk Çağdaş: “Ortak bir inanç lazım. Bu ortak inanca sahip olan, kendini bu inanca ait hisseden bir topluluk lazım. Bu topluluğun genelde ortak bir formatı da olması gerekiyor.”
Ortaköy’de yan yana konumlanmış Galatasaray Lisesi ve Kabataş Lisesi yıllarımız üzerine sohbet ediyoruz.
“Çoğu zaman insan, kendini bir grubun özelliklerine, eğilim ve parametrelerine ait hissettiği için, aynı zamanda kendini o grubun parçası olarak da görüyor. O grubun davranış kritikleri ve özellikleriyle davranmaya başlıyor. İşte ben, bu eğilime, bu davranış formatına, biçimlemesine “kültür” diyorum.
İster bir şirket olsun, ister başka bir insan topluluğu olsun, kitlenin genel eğitim düzeyi, alışkanlıkları, ananeleri, ahlak kuralları gibi niteliklerinden, o kitlenin nasıl yönetildiğine kadar birçok değişken “kültür”ü etkiler. Şirket kültürü için de aynı şey geçerlidir.
İçinde yaşanan toplum, siyasi koşullar, dönemin makro ekonomik ve siyasi konjonktürleri, kurumsal yapıların niteliği, önümüze getirilip konulan her türlü gereklilikler, “şirket kültürü”nü etkileyebiliyor. Yönetim erkini elinde bulunduran kişilerin insan gruplarına yaklaşımı, davranışı, dokunuşu, zaman zaman farklı “kesit kültürlerinin” de ortaya çıkmasına sebep olabiliyor.”
Kurum kültürünün, kurum içi networking’e etkisini merak ederek sorduğum sorunun, Berk Çağdaş’ın deneyimiyle derinleştiğini fark ediyorum.
Ertuğrul Belen: “Kesit kültürü ne demek? Birkaç örnekle açıklayabilir misiniz?”
Berk Çağdaş: “Şöyle açıklayabilirim; mesela ben bu sabah buraya motosikletimle geldim. Kapıdaki güvenlik önce beni tanımadı. Garipsedi. Çünkü bu tarz bir formata alışık değildi. Belki şimdi benden etkilenen, başka arkadaşlarım da bunu görüp böyle bir tarz geliştirmeye başlayabilirler. Şirket kültürü, kesit kültür tanımına çok yatkındır ve kişiden kişiye, dönemden döneme değişebilir. Örneğin ben yöneticilerimle sıcak, yakın ilişkiyi severim. Örneğin ben, her Cuma günü, direktör arkadaşlarımla birlikte öğlen yemeği yemeye çalışırım. O yemekte pek iş güç konuşmayız. Güleriz, şakalaşırız. Bu bir yaklaşım tarzıdır. Ben böyle olduğumda mutlu oluyorum ve insanların da mutlu olduğunu hissediyorum. Bir başkası bunu tercih etmeyebilir.
Bu sebeple asıl önemli olan şirket kültürü standartlarının uygulanabilirliğidir. Ben kendi açımdan, şirket içindeki her düzeye veya işe insani unsur ve parametrelerle dokunmayı seviyorum ve “çalışanlarına çok yakın bir üst yönetim” kültürü yaratmaya çalışıyorum.”
Tam tersi koşullarda, diğer bir ifadeyle, bir liderin yönetim erkini üstlendiği kitle üzerinde soğuk ve uzak bir yapı sergilediği, adaleti sağlayamadığı ya da kitle içi unsurlara eşit mesafede yaklaşamadığı durumlarda, “Kesit Kültürü”nün tepkisel olarak çok hızlı oluştuğunu düşünüyorum.
“Özetle, insani olgular başta olmak üzere, metodolojik uygulamaların ve operasyonel parametre ve unsurların, ticari hayatın gerçeklerine uyumlu ve de sürdürülebilir olması, kitle üzerinde ortak bir algı oluşturmuş ise, bu kültürdür.”
Ertuğrul Belen: “Kariyerinize Fabrika Sistem Mühendisi olarak başladınız. Cesaret ettiniz finans alanına geçiş yaptınız. CFO’luğa kadar yükseldiniz. Ve şimdi, Renault-MAİS CEO’sunuz. Özellikle kariyer yolculuğunda geçişlerde zorlananlara ne tavsiye edebilirsiniz?”
Berk Çağdaş: “İnsanlar kendilerini iyi tanıyamadıkları zaman, kendilerine yönelik, hayati derecede önemli bu kararları da kolay veremiyorlar. Ayrıca toplumdaki her çeşit baskı, ahlaki kurallar, doktrinler, yetiştikleri aile, kitle psikolojisi, insanların doğru karar vermelerini ve tam olarak kendilerini yetiştirmelerini engelleyebiliyor.”
Bir profesyonelin sevdiği işi yapmadığında kurum içi networking’in ne kadar zor ve anlamsız olduğunu, yıllardır saha çalışmalarımda gözlemliyorum. Berk Çağdaş’ın bu döngüden nasıl kurtulduğunu merak ediyorum.
Ertuğrul Belen: “Siz nasıl cesaret ettiniz?”
Berk Çağdaş: “Üniversitede daha çok rakamlara yakın olduğum için iş hayatımda Finans alanında çalışmaya karar vermiştim. Yurtdışına gitmeden, Türkiye’de başladığım Yüksek Lisansım sırasında, Elginkan Grubu’nda BİMEL’de sistem mühendisi olarak çalışmaya başlamıştım. Buradaki iş teklifini kabul ettim çünkü orada, o tarihlerde, IBM MAPICS AS400 dönüşüm projesi gündeme gelmişti ve bana oturduğum yerde bir iş teklifi gelmişti. İTÜ’de aldığım mühendislik eğitiminin bir zorunluluğu olarak, bilgisayar dillerini çok iyi kullanıyordum. Bu sebeple kariyerime, o tarihlerde bir memur maaşının neredeyse dört katını alarak başlamıştım. Üstelik sadece proje bazlı ve istediğim kadar çalışıyordum.
Sonra o maddi cazibe içinde bir baktım ki, bilgisayar ve programcılık aslında benim sadece bir hobimdi. Profesyonel iş hayatımı bu alan üzerine kuramazdım. Bu gerçeği anlayınca, çok iyi para kazanmama rağmen işimden istifa edip, hedefim olan Finans sektöründe çalışmak için çeşitli bankaların müfettişlik sınavlarına girdim. Hedefime de ulaştım ve bir bankada çalışmaya başladım. Ancak, bankada çalışmaya başladığımda gelirim çok düştü. Öyle ki, ilk maaşım önceki işimde aldığım ücretin yarısından daha azdı. Ama bu önemli değildi. Çünkü benim amacım ve yolum belliydi.
Yurtiçi ve Yurtdışında okuduğum, Lisans ve Lisansüstü eğitim aldığım okulların da verdiği altyapı sebebiyle, özellikle de kendimi yönelttiğim ilgi alanları, kişisel olarak başkalaşmamı sağladı. Örneğin çok uzun yıllar önce şiir yazma, müzik enstrümanları çalma (buzuki, her türlü saz ve gitar) gibi yetenekler geliştirdim.
Özetle, bu sayede genç yaşta kendimi tanıma, irdeleme fırsatım oldu: “Neyi iyi yapabilirim? Belirli alanlardaki düşünce formatım nasıl?” kendimde bunu görme fırsatım oldu. İnsan kendini iyi tanımadığında, kendisini doğruya da yönlendiremez. Maalesef ülkemizde insanlara, öğrencilere yapılan rehberlik hizmetleri çok zayıf.”
Ertuğrul Belen: “Networking’de insanın çevresinden almaya başlamadan önce vermesinin olumlu etkisini hep görürüz. Sizin de “Verecek bir şeyin yoksa alacak bir şeyin olamaz.” sözünüz var. Bu güçlü gözlemi biraz açabilir misiniz?”
Berk Çağdaş: “Bana göre insan ruhu iyi bakılması gereken bir bahçedir. Bu bahçenin sürekli beslenmesi, bakımının sabırla yapılması lazım. Ama bunu yapabilmeniz için de bir ayma yani uyanış içinde olmanız lazım, “kendinizin ve evrenin işleyişinin farkında olmanız” lazım. Diğer bir ifade ile gönül gözünün açılması lazım. Bu şekilde olamıyorsanız, o bahçeye bakamıyor ve besleyemiyorsunuzdur. O zaman da benliğiniz, karakteriniz, duygularınız doğru şekilde oluşmuyor. Metalik, hissiz, duygudan uzak bir dünyada yaşamaya başlıyor ve devam ediyorsunuz. Ruhsal olarak içiniz, duygularınız, adeta bir mezbelelik haline gelebiliyor. İşin tehlikeli tarafı ise siz kendinizi halen duygusal anlamda “insan” olarak görebiliyorsunuz. Öyle tanıdığım insanlar var ki, “para ve maddi koşullar insanın tek gailesi ve gerçeğidir, bunun dışındaki her şey boştur.” diyebiliyorlar. Bu insandan, nasıl bir duygusallık bekleyebilirsiniz?
Bu halde şirkete geliyorsun. Takım arkadaşının bir sıkıntısı var. “Bana ne” diyorsun. “Özel durumum var.” diyor. Yine “Bana ne” diyorsun. Örneğin izin vermen gerekirken, “Hayır” diyorsun. Bu takdirde çevrende bıraktığın etkiyi düşünebiliyor musun?
Ben kendi bahçemi beslemek için çok kitap okudum ve okuyorum. Yıllarca şiir yazdım ve halen yazıyorum. Yalnız başıma çok iyi zaman geçirebiliyorum. Enstrüman çalıyorum. Beste yapıyorum. Motosiklete biniyorum. Denizle ilgili uğraşılarım var. Çocuklarımla harika zaman geçirebiliyorum. Üstelik bunları içimden geldiği için yapıyorum. Mutlu ediyorum kendimi. Ben İçimde sürdürülebilir, canlı, yaşayan ve sürekli yenilenen bir flora yarattım.”
Berk Çağdaş’ın şiir kitabını yeni yayınladığını biliyor, yazmayla ilgili düşüncelerini soruyorum.
“Davranış psikolojisi üzerine bitirmek üzere olduğum yeni bir kitabım var. İnsanın görünen ya da takındığı yüzüyle (maskesi), gerçek olan kendisi arasında ciddi mesafeler oluşabiliyor. Maskeler ne kadar büyük ve mesafeler ne kadar açıksa, o insan için tehlike de o kadar yüksektir.
İnsanın önce kendisiyle iyi iletişimde olması gerekir. Günümüzde maalesef kendimizle iletişimimiz çok zayıf, hatta yok. Kavga eden, birbirine bağıran insanlara bakın… Neden bağırırlar biliyor musunuz? Çünkü kalpleri birbirlerine çok uzaktır ve iyi duyamazlar. Eğer iki kalp birbirini anlamazsa, uzaksa, bu iki insan bir araya geldiklerinde anlaşabilmek için bağırarak konuşurlar ki sesleri duyulsun. Ama kalpler bir, enerjiler aynıysa, gözlerinizle bile anlaşabilirsiniz.
Vermek ve almak sorunuza, bu bakış açısıyla geri gelirsek…”
Bir an sorduğum soruyu unuttuğumu fark ediyorum. Berk Çağdaş’ın derin ve metaforlu sohbeti sürüklüyor.
“Gerek ruhsal, gerek fiziki anlamda düşüncem; içinde bulunduğum topluma, sağlamasını kendimde yaptığım doğrularla örnek olabilmek. Yani bir şeyler katabilmek, verebilmek çok önemli.
Ben, içinde yaşadığım yetiştiğim toplumdan çok şeyler aldım. Çocukluğumda yaz tatillerimi geçirdiğim Malatya’da büyüklerimden, özellikle sevgili dedeciğimden çok şey aldım. Doğu kültürünü iyi biliyorum. Eğitim sebebiyle Avrupa ve ABD’de bulundum. Batı kültürünü de biliyorum. Doğudan ve Batı’dan birçok şeyi kendi içimde içselleştirdiğimi düşünüp, hissediyorum. İnsanları incelemeyi izlemeyi seviyorum. İnsanları çok etüt etme fırsatım oldu.”
Ertuğrul Belen: “Bu vizyonu kazanma sürecinde, dönüm noktalarınız oldu mu?”
Berk Çağdaş: “Vermek konusunda, dedemle birçok anım benim için dönüm noktası olmuştur. Ama biri var ki bu çok önemli. Yaşım daha küçüktü. Malatya’da yaz tatilinde ağabeyimle birlikte dedemin yanındaydık. Babaannemin elinde kalmış kumaşlardan, ağabeyime bir pantolon diktirilmişti. O pantolon deneme için getirildiğinde ben de gayri ihtiyari onu izlerken, dedem de beni izlemekteymiş. Ben de bu konuda en ufak bir kıskançlık hissi yokken, ertesi sabah dedem beni çok erken uyandırıp, çarşıya götürdü ve bana da pantolon diktirdi. Bunun ne demek olduğunu ve değerini ben çok sonra anladım.
Hislerimi hatırlıyorum: “Dedem yan gözle baktığımı nasıl görmüş, hatırlamış ve beni o kadar özel hissettirmişti?”. Beni mutlu etmek için sebepsiz bir motivasyon geliştirmişti. Aynı format bende de bu yüzden gelişti.
O, bana insancıl olmayı, ince düşünmeyi öğretti. Ve ufak bir hareketin bir insanı nasıl değiştirebileceğiyle ilgili çok önemli bir ders verdi bana. Küçücük bir hareket sizi “insan” yapmaya yetebiliyor.
Hayatta öyle anlar vardır ki, çok bunalır, sıkılır, üzülürsünüz ve fiziken yapayalnız da kalabilirsiniz. İşte bu anlarda tek bir düşünceniz olmalı ve ona sıkıca sarılıp, inanmalısınız: Siz asla yalnız değilsiniz. Buna inanmanız lazım. Umutsuzluk, korku, endişe duyguları, “an”ı doğru algılayamamaktan, “an”ı doğru ve doya doya yaşayamamaktan, insanın kendisini “yalnız” görmesinden kaynaklanır.
Ayrıca, sıradanlaşmamak için de vermek gerekir. Hayatımda geriye döndüğümde, zamanı ve sağlığımı kötü kullanmış olmak ve sıradanlıktan ya da sıradan yaşamış olmaktan, vasat bir insan olmaktan hep korkmuşumdur.”
Ertuğrul Belen: “Networkünüzü yönetmek için ne gibi stratejiler kullanıyorsunuz?”
Karşılıklı oturduğumuz koltuktan hızla kalkıp, masasına yöneliyor. Kitaba benzeyen siyah defterini kapıyor. Muntazam bir yazıyla sıraladığı maddeleri uzaktan gösteriyor.
Berk Çağdaş: “Mesela, bu an itibarıyla takip ettiğim 54 konu var. Buraya aldığım notlarla ilgili tüm yönetsel aksiyonları izliyorum. Bunlarla senkronize giden ve networkten gelen her türlü bilgiyi sınıflayıp takip ediyorum.
İlişkilere gelince, en sevdiğim şey insana dokunmaktır. Yolda biri bana gülümserse, ben de gülümserim. Herkese, “Abi, Abla” diyebilirim. Ne oldum değil, ne olacağım demek gerekiyor. İnsan kafasında iyi bir iz, sıcak sevecen bir dokunuş yaratabilmek gerekiyor. Tevazu içinde olmak gerekiyor.
Ekiple olan iletişimimde “Benimle doğrudan iletişim kurabilirsiniz.” mesajını sürekli veriyorum. Mesela odamın kapısı hep açıktır.
Biz Türkiye olarak çok duygusal bir toplumuz; kalbe dokunmak, samimiyet ve sırta dokunmak… Bunlar paha biçilmez değerler.”
Ertuğrul Belen: “Ya müşteri networkünüz için ne söyleyebilirsiniz?”
Berk Çağdaş: “Renault-MAİS CEO’luğuna başladığım günden itibaren üç motto getirdim: Müşteri, bayi ve çalışan memnuniyeti…
Çünkü sizin gücünüz en zayıf halkanız kadardır. Bizim işimizde en zayıf halka, insandır. Serviste müşteri karşısına çıkardığınız teknisyen, satışta müşteri karşısına çıkardığınız satış temsilciniz sizin ne olup ne olmadığınızı, müşteri gözünde iyi ya da kötü, olup olmadığınızı belirler. Ekibinizin, sizinle birlikte süreçlere destek ya da köstek olduklarını hissetmeleri, öğrenmeleri gerekiyor. Örneğin, eşiyle olan derdini işe gelmeden kapıda bırakması gerektiğini birinin ona öğretmesi gerekiyor. Bir yöneticinin yeri, sadece makam odası ve koltuğu değildir. Yeri sahadır, operasyonların olduğu yerdir. Ben işte bunlara odaklanıyorum. Bu yüzden de insana dokunmaya çok önem veriyorum.”
Koltuğunu gösteriyor. “Burada oturmuyorum.”
“Günümüzde, içeri giren her müşteride, “Burası benim için yapılmış. Sizler de sadece benim için çalışıyorsunuz” duygusunu oluşturduğunuzda ancak başarılı olabilirsiniz. Günümüzde artık en önemli farklılaşmayı, sunduğunuz ürün ve hizmetlerinizin farklı niteliklerinin yanı sıra, çok önemli oranda davranışlarınızla sağlayabilirsiniz.
Bayiye gelince… Bayi memnun olacak. Bayi para kazanacak. Sermayeden zarar etmeyecek. Onların para kazanıp kazanmaması, verim üretip üretememelerini, ben kendi namus meselem olarak görüyorum. Benim CEO olarak bakış açım bu. Bayi sistemlerimizi geliştirmek üzerine sürekli çalışıyoruz. Sürekli sahada olmak istiyorum. Bayimle, birebir el ele. Yani, yine insan faktörü… O yüzden sahaya çok iniyorum.
Bazen bir müşteri şikayeti olduğunda, arabaya ya da uçağa binip gidiyorum. Müşteri kapısında beni görünce inanamıyor. Sonra o şikayet eden adam ya da kadın, çikolatayla geri geliyor. Yani, maç sahada kazanılıyor. Sizin sadece biraz efor göstermeniz gerekiyor. Dikkat ederseniz aynı noktaya geri döndük: İnsani olgular, insana dokunarak, samimiyetle çözerek, el ele başarmak noktasındayız.”
Ertuğrul Belen: “Son olarak, özellikle gençler için ne tavsiye verebilirsiniz?”
Berk Çağdaş: “Üniversite konferanslarında hep söylüyorum: Kendinize hedefler koyun ve bunları asla ulaşılmaz olarak görmeyin. En iyiyi, en üstününü, en başarılısını kendinize layık görün diye. Babam bana Porsche almadı. Kendim kazandım, hayal ettim aldım ve şerefle bindim. Ha diyeceksiniz ki “Çok mu önemli?” Hayır kesinlikle değil.
Yıllarca denizde olmak hayalini kurdum. Çalıştım didindim, ve kendime güzel bir tekne aldım. Rabbim bana, denizin tüm güzelliklerini yaşamayı nasip etti. Ben başardım. Çok güzel bir evde oturuyorum. Kendim yaptım. Ben başardım. Sen de yapabilirsin. Hem de benden daha kolay yapabilirsin. Ben de basit bir anne baba çocuğuyum. Sen de olabilirsin.
Genç kardeşlerime “Hiçbir işi ve hiç kimseyi gözünüzde abartmayın.” diyorum. Vermeye çalıştığım ana fikir; “Sen de yapabilirsin. Hiçbir şeyi abartma ve kendine uzak görme. Senden olmayıp, başkasında olanlar varsa, onları da küçümseme, gıpta ile bak ve hedefine koy. Çünkü bu senin de hakkın. Senin de olmalı.
Ancak, istemesini bilmen gerekiyor. O sonuca ulaşmak için gerekenleri yaşamalısın, yapmalısın. Hiçbir insan sıradan değildir. Ancak insan kendi kendini sıradanlaştırır. Dolayısıyla yaptığımız işler, davranışlarımız ve hayat tarzımız da bu sebeple, hiç hak etmediğimiz halde sıradan hale gelebilir. Bunun tek sorumlusu, yine kendimiziz.”
Özel Teşekkür: Dr. Berk Çağdaş’la bizi buluşturduğu için Auto Press Dergi İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Sinan Sertoğlu’na ve Renault-MAİS Basın İletişim Yöneticisi Fulya Özkan’a içtenlikle teşekkür ederim.